Image
Dev Çalışmaya Destek Bulamadı, Kendi Bastırdı[1]


Halkbilimi ve geleneksel aşık edebiyatı konusunda bugüne kadar birçok kitabı yayımlanan araştırmacı ve şair Bekir Karadeniz, bu alanda uzman bir araştırmacı olan Ali Cem Akbulut ile birlikte sekiz ciltlik Alevi-Bektaşi Şairleri kitabını yayımladı.

Ne var ki bu 6 bin sayfadan oluşan ve 1.400 şiirin ilk kez yayımlandığı çalışmaya Kültür Bakanlığı ve Alevi kuruluşları destek vermedi, Karadeniz kitabı kendi imkanlarıyla yayımladı.

Bochum’da yaşayan ve bir halk müziği tutkunu olan Karadeniz, çalışmanın hazırlanma sürecini ve diğer çalışmalardan farkını Hürriyet’e anlattı.


Neden böyle bir çalışma yapma gereği duydunuz? Piyasada Alevi Bektaşi ozanları ve deyişleri hakkında epeyce kitap var.

Daha önce bu işi yapanlar, büyük ölçüde Alevi çevresinden insanlar. Kendi inanç boyutlarını bilimselliği aşarak araştırmaların içine taşımışlar. Edebi açıdan, sanatsal açıdan değil de, kendilerinin inanç boyutu açısından ne önemlidir, ne değildir? Bunları daha çok seçmeye çalışmışlar, öne çıkarmışlar.

En önemlisi, İsmail Özmen böyle bir çalışma yapmış, bayağı da büyük bir çalışma, beş ciltlik, ama profesyonel bir şey değil görülebildiği kadarıyla. Diyelim ki, Pir Sultan için bir bölüm ayırmış, eline ne gelmişse 90 sayfa Pir Sultan’ı yazmış. Aleviler açısından nereden çıktığı tam olarak anlaşılamayan yedi tane ulu ozan var, Pir Sultan gibi, Fuzuli gibi, Yunus gibi. Bunlara ötekilerden biraz daha önem vermesi anlaşılabilir, ama 90 sayfayı bir Pir Sultan’a ayırmış olması, bilimsellik olarak çok doğru bir yöntem değil. Genel olarak şimdiye kadar yapılan çalışmalar sistemli ve bilimsel değildi ve de taraflıydı.


Sizin çalışmanızın var olan çalışmalardan farkı, yeni olan yanı nedir?

Biz mümkün olduğu kadar şairlere eşit yer vermeye çalıştık, araştırma içerisinde. Şu şair iyidir, bu ozan kötüdür gibi bir seçmeye çok fazla girmeden, özel bir değerlendirmeye, özel bir yoruma ve okuyucuya dayatmaya girmeden, elimizde yeterince eseri varsa, o şairin, ozanın, aşığın, onu mümkün olduğu kadar eşit şartlarda vermeye çalıştık. Daha önceki yapılan Alevi-Bektaşi araştırmalarıyla bizim araştırmamız arasındaki en önemli fark bu. Mümkün olduğu kadar şairlere, ozanlara, aşıklara aynı mesafede durmaya çalıştık.

İkinci bir nokta, diyelim bir Alevi şairi, herhangi bir şiir, deyiş söylemiş. Araştırmacı bunu hiç bir filtreden, (sansür demeyim, sansür hoş bir deyim değil) geçirmeden olduğu gibi aktarmış. Buna çok dikkat ettik şundan dolayı dikkat ettik: Şairlerin ifadelerini bir biçimde terbiye etmek boyutunda değil. Mesela kadını aşağılayan kavramlar var, bu türkülerde de var, genel şiirlerde de var, Alevi şiirlerinde de var. Bir başka inanç grubuna hakaret eden şiirler var. Ya da birine olumsuz bir şey söyleyecek, diyelim “Çingene” kavramını kullanıyor. Bu tür kavramlara yer veren şiirleri kesinlikle almadık.

Belki şöyle bir şey akla gelebilir: Maden yazılmış, niye almıyorsun? Bunun nedeni şu: Bundan 50 sene sonra, 100 sene sonra Alevi-Bektaşi şairleri ya da türküler külliyatı incelendiğinde, ırkçılık meselesi, ayrımcılık meselesi çok daha ileri bir aşamaya gelmiş olacak, çözülmüş olacak, belki büyük ölçüde.  Bu tür sevimsiz kavramlarla, deyim yerindeyse araştırmamızı kirletmek istemedik.


Bu yaklaşım yanlış değil mi? Daha önceki çalışmaların bilimsel olmadığını söylediniz. Bir şairin iyi ve kötü yanlarıyla tanıtılması gerekmiyor mu?

Sonuçta o kitabın kapağında benim adım yazıyor, Ali Cem Akbulut’un adı yazıyor. Yani onu biz yazdık, araştırmayı biz yaptık. Onun içerisindeki herhangi bir olumsuzluk, herhangi bir sevimsiz kavram, sadece şairine, yazarına ait değil, bize de mal olmaktaydı. Böyle de düşünüyoruz biz. Ali Cem de ben de şairiz, hiç bir şiirimizde inanç grubundan dolayı, etnik kökeninden dolayı, sosyal statüsünden dolayı, varlıklı ya da yoksul olmasından dolayı insanı incitmemeye çok özen gösteririz, eserimizde de buna çok dikkat ettik. Konumuz böylesi şiirler olsaydı, mecburen böyle örnekleri verecektik. Biz daha çok herhangi bir şiiri anlatırken, herhangi bir türküyü anlatırken, mümkün olduğu kadar bunun estetik boyutu, sanatsal boyutu, bunun kuşaktan kuşağa taşınabilir boyutu üzerinde yoğunlaşmaya çalışıyoruz. Bilirsin, Bedri Rahmi’nin meşhur bir şiirinde, “Çatal karam, Çingenem” diye geçer. Buradaki “Çingenem” bir güzelliği, bir vurdumduymazlığı anlatır. Böyle geleneksel bir şiir olsaydı alırdım. Ama “Ne Çingenelik yapıyorsun” dediğinde şiirinde birisi, böyle bir şiiri ben yok saymıyorum ama kendi çalışmalarıma almayı estetik bulmuyorum.


Bu çalışmayı hazırlarken nasıl bir yol ve yöntem izlediniz? Hangi kaynakları kullandınız?

Sekiz sene önce başladık bu çalışmaya. Bu sekiz senenin ilk beş senesinde, elimize geçen bütün arşivleri taradık. Mesela Milli Kütüphane’nin bu geleneğe ait veya yakın bütün arşivlerini taradık. İçindeki cönkleri, mecmuaları, el yazmalarını tek tek toparlayarak elden geçirdik. 1930’lara kadar eski gelenek devam etmiş, Latin harflerine geçildiği anda eserler Latin harflerinde basılamamış, araştırılması, incelenmesi, dönüştürülmesi vakit aldığı için. Latin harflerine geçildikten sonra da birçok insan, aşıklar, zakirler, bu işi meraklı bizim gibi insanlar da daha iyi bildiği yazma biçimiyle yazmaya devam etmişler, Osmanlıca yazmışlar.

Ali Cem, beş sene boyunca çevirileri yaptı. Çeviriler bana geldi, ben inceledim, bazılarının üzerinde fikir birliğine vardık, bazılarında varamadık. Çevirilerde değişik sorunlar oldu, daha önce yapılmış olan çevirileri varsa onlarla karşılaştırmaya çalıştık, çoğunun çevirisi yoktu aslında. Şiirleri doğru biçimiyle aktarmaya çok özen gösterdik. Bazen çevirilerde tam olarak anlaşılmıyor ne yazıldığı, bazen silinmiş oluyor, bazen eksik oluyor, hiç bir şey görülmüyor orijinal kaynakta. Çoğu el yazması bunların, basılmış eserler değil. Cönk dediğimiz, insanların el yazması olarak tuttuğu bir defterdir. Çoğu zaman da eğitimli insanlar yazmadıkları için aktarırken de yanlış yapabiliyorlar, yanlış duymuş olabiliyorlar. Bulabildiğimiz kaynaklarla kıyaslayarak, bir analizini yapıp en doğrusunu aktarmaya çalıştık. Başka çeşitlemeleri varsa bunların da bilgilerini, notlarını ve nerede yayınlandığını aktarmaya çalıştık.


Bir başka sorun, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal gibi ozanlara mal edilen şiirler var. Bunları basıl ayıkladınız?

Sanıyorum, bu kitapta bu konuya ilk kez biz değinmiş olduk. Birçok insan biliyor, ama doğru dürüst böyle yazılmadı şimdiye kadar. Geleneksel şiir hakkında yazan bütün araştırmacılar, bunu Yunus Emre ile başlatırlar. Oysa Yunus Emre’nin şiiri, bizim bildiğimiz türkülerdeki 11 heceli ya da 8 heceli şiirler değildir. O zaman böyle bir şiir tarzı yoktu. Yunus Emre’nin yaşadığı dönemde Anadolu’da dört dize üzerine kurulu bir şiir biçimi yoktu. Dört dize üzerine ister 8 hece olsun, ister 7 hece olsun, ister 11 hece olsun, ister başka türlü olsun, bu şiir sistemi Azerbaycan’dan 1500’lü yılların ortalarından sonra girmeye başlamıştır Anadolu’ya. Onun için bu tür şiiri incelerken Yunus Emre ile başlatmak ciddi bir hata oluyor.

Öte yandan Zülfü Livaneli’den bilmem kimine kadar Yunus Emre’yi bestelemişler, bakıyorsunuz 8 hece üzerinden bestelemişler. Edebiyatı iyi bilmeyince şöyle bir yanılsamaya neden olur Yunus Emre. Yunus Emre, aslında 8 heceli şiir hiç yazmamış. Yunus Emre’nin gerçek divanlarında dört dize üzerine hiç bir şiiri yoktur, hep iki dize üzerinedir, beyit üzerinedir yani. Sistemi ise şudur: 8 hecenin sonunda uyak vardır. Dize yazılır, 8 hece uyak, devam eder, 8 hece yeniden uyak. Bir beyti 4 dize yaptığınız zaman, bir halk türküsü ahengi çıkıyor. Bundan dolayı türkülere uygulanması da çok kolay olmuş. Ve giderek türkülerin içerisinde de dört dizeye dönüşmüş. Bir beyti dört dizeye çekip sekiz heceli bir semaiye çevirmişler. Ama sisteme de uyuyor, öyle bir yapısı var ki. Bunları açıklamalarla, örneklerle anlatmaya çalıştık. 1200, 1300, 1400 senesinde yaşamış bir şairin dört dize üzerine yazılmış şiiri olduğu söyleniyorsa burada bir kuşku vardır. Biz ayıklamayı bu yöntemle yaptık.

Bir de Alevi camiası içinde şöyle bir gelenek var: Zakirler, şairler, ozanlar, birçok şiir söylerler ve bir ustaya atfederler. Şiir kendi şiiridir, çok da güzel bir şiirdir, geleneğin bir boyutunu ifade ediyordur ama şiirin sonunda bir bakarsın başka bir isim vardır, şairin kendi ismi yoktur, eski bir ulu ozanın ismi vardır. Oysa ne Fuzuli, ne Yunus Emre’de, ne o dönemin şairlerinde dört dize üzerine bizim bildiğimiz klasik koşma tarzında bir şiir yoktur. Bunları tabii inceleme bölümünde anlatmaya çalıştık.


Bu çalışmanızda 1.400 şiir ilk kez yayınlandı. Bu şiirler neden şimdiye kadar yayınlanmamış?

Bu şiirlerin yaklaşık yarısı günümüzün şairlerine ait. Diyelim ki, yaşayan bir Alevi şairi, bizim böyle bir çalışma yaptığımızı bildiği için bize eserlerini yolluyor. Temel olarak yayınlanmamış şiirleri tercih ettik. Çalışmamızın böyle bir tarafı var. Bizim ilk kez yayınladığımız eski şiirlerin şimdiye kadar yayınlanmaması, araştırmacıların suçu. Sadece Alevi-Bektaşi camiasındaki araştırmalar için söylemiyorum, geleneksel şiirdeki, türkülerdeki bütün araştırmalar, birbirinin tekrarı mahiyetindedir. Ben daha önceki araştırmalarımda da mümkün olduğu kadar daha önce yayınlanmamış türküleri seçmeye çalışıyordum. Bu çalışmamızda da buna çok özen gösterdik, yoksa tekrarı oluyor, bir anlamı olmuyor. Ben daha yayınlanmamış çok sayıda şiirin olduğuna inanıyorum.

Bir de şu var: İki aşamada çok büyük katliam yapılmış. Bir tanesi, 1820’lerde Yeniçeri Ocağı kapatıldığı zaman Bektaşi ocakları da kapatılmış. Hitler’in 1930’lardaki kitap katliamı gibi Alevi-Bektaşi eserlerinin çok büyük bir bölümü yakılmış o zaman. Yeniçeri Ocağı yok edilirken, kültürüyle birlikte yok edilmiş. İkincisi de Cumhuriyet döneminde tekke ve zaviyeler kapatıldığı zaman Anadolu’da jandarma bayağı bir toplama yapmış. Yaşlıların anlattığına göre bazılarını orada yok etmişler, bazılarını alıp götürmüşler, ne olduğunu bilemiyoruz. Saklayanlar olmuş, şu anda bizim elimizde olanlar, saklanabilenler. Ben, Genelkurmay arşivinde, Başbakanlık arşivinde, Milli Kütüphane’de önemli eserlerin kaldığını düşünüyorum.


Alevi-Bektaşi ozanlarının şiirlerini, diğer şiirlerden ayıran özellikler nelerdir?

Aleviler ibadetlerini bağlamayla, şiirle, türküyle birleştirdikleri için dini inançlarını çok rahat ifade edebiliyorlar. Alevilerin genel yaşamlarına baktığında, bir mazlumluk havası var, bir mahrumiyet havası var, bir çile çekmişlik havası var. »Vur kır, as, işte Ali’nin kılıcı gelsin« gibi şeylerin olmasına rağmen temel itibarıyla Aleviler şiirlerinin, insanın doğaya sahiplenmesi, insana sahiplenmesi, başka canlılara sahiplenmesi, onları yok etmek için değil yaşatmak için emek vermesi üzerine kurulu bir mantığı var. Öteki gelenekteki şiirlerde bunlar bu saydıklarım bu derece yoktur. Alevi şiirini bir bütün olarak ifade ettiğimde, bir araştırmacı olarak bu yanı bana çok anlamlı gelir.


Uzun yıllardır, büyük bir tutkuyla halk müziği, halkbilimi ile ilgileniyorsun, bu alanda birçok geniş çaplı çalışmaların var. Nedir bu tutkunun kaynağı?

Böyle bir soruyu 20 önce sormuş olsaydın, muhtemelen vereceğim cevap: Bunları seviyorum, beni ifade ediyor, başka insanlara da ulaşsın isterim olurdu. Şu an geldiğim noktada, şunu fark ettim. Ben herhangi bir kitabı çok akıllı olduğum ve bildiğim için yazmıyorum. Herhangi bir konuya yoğunlaşıyorum, o konu benim açımdan ilginçleşiyor ya da bu konuda bir şeyler yapmaya yatkınım diye düşünüyorum. Altyapım itibarıyla altından kalkabileceğimi düşünüyorum ve araştırmaya başlıyorum. O araştırma süreci, benim öğrenme sürecim de oluyor. Ben öğrenirken bir yandan da yazıyorum. Öncelikle yazdığım şeyleri birilerine ders olsun, birilerine, »Bakın, şu kadar şey biliyorum, bunları size aktarıyorum« amacıyla yazmıyorum. Temel itibarıyla her konu, beni yeni bir dünyanın içerisine çekiyor ve beni ayakta tutuyor, bu çok önemli. Ben uzun zamandır burada yaşıyorum ama gönlümün önemli bir bölümü doğduğum yerde, akrabalarımda, oradaki kültürde. Doğduğum yerdeki insanlarla herhangi içerik olmadan sohbet etmek bile bazen insanının rüyasına giriyor, insan özlüyor böyle bir şeyi. Herhalde o yanım buraya itiyor beni.

Bir de geçmişte çok fazla politik işlerle uğraştığımız için arada çok ciddi bir boşluk da oldu aslında. Bunları sindire sindire küçüklüğümden beri yapabilmiş olsaydım, belki bu kadar hasretle de sarılmayabilirdim aslında. Arada 20 sene bir boşluk oldu, buralara geldikten sonra geriye doğru bakmaya başladım. En küçük olan köyde, bir mahallede, bir insanda, çok önemli değerlerin bulunabileceğini fark ettim. Bunlar bana çok cazip gelmeye başladı. Araştırma sürecim, bunları öğrenmem anlamına geliyor, öğrendikçe kendimi daha güçlü hissediyorum. Sonra küçüklüğümden beri türkülerin içindeyim, seviyorum, 10 tane bağlamam var, bu çevrenin içindeyim, çoğuyla çok dostluklarım var.


Bu geniş çalışmayı sen finanse ettin, kendin yayınladın, devlet ve hiçbir kuruluş destek olmadı. Ben bunu hiç anlayamadım.

Bu çalışmayı yapmaya karar verince, ilk önce Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu Başkanı ile görüştüm. O zaman başkan Turgut Öker’di. Çok olumlu yaklaştı, »Bu bizim işimiz, böyle bir çalışmayı bizim yapmamız gerekirdi. Senin diğer çalışmalarını da biliyoruz. Kitap bitince haber ver,« dedi. Benim isteğim şuydu: Bu kitabı basın, dağıtın, bize de ne bileyim beşer onar tane verin. Başka bir mali destek istemedim. Kitap bittiğinde tekrar görüşme talep ettim federasyondan. Federasyonun başkanı değişmişti, Hüseyin Mat olmuştu, Turgut Öker onur başkanıydı ve genel danışmandı. İkisiyle görüştüm, yine çok olumlu yaklaştılar, »Bizim işimizdir, iyi ki bitirdiniz« dediler. Hatta Türkiye’de yayınevi olan bir yazarla görüştüklerini, çok olumlu sonuç aldıklarını söylediler. Mesut ve bahtiyar olarak ayrıldım oradan ben de. Bir ya da iki hafta sonra federasyonun başkanı bana bir e mail yazdı, telefonda söyleme gereği duymadı herhalde. Bunun maliyetinin kendileri için çok yüksek olacağını ve böyle bir şeyin altından kalkamayacaklarını bildirdiler. Bizim ulaşabildiğimiz diğer Alevi-Bektaşi kuruluşlarının hiçbirinden cevap gelmedi.

Bu arada biz değişik kaynakları araştırdık. Adana Büyükşehir Belediyesinde basılabileceğini söyledi bir arkadaşım. Onlar ilgilenir göründüler ama aynı biçimde olumsuz cevap verdiler. İstanbul’da bir Alevi kuruluşu ilgilenir göründü, bir hafta sonra olumsuz cevap geldi. Kitabı tanıtan 15 sayfalık bir taslağımız var, kurumlara, yayınevlerini onu yolluyoruz. Hacıbektaş Dergahı’na yolladık, onlardan da herhangi bir ses gelmedi.


Kültür Bakanlığına da başvurdunuz. Oradan hangi gerekçeyle olumsuz yanıt geldi?

Kültür Bakanlığına resmi başvuruda bulunduk, bütün formlarını doldurduk. Ne var ki, hiç bir cevap gelmedi. Başvuru sürecinde, »Şu eksik, bu eksik« diye hemen cevap verdiler bazı şeylere. »Sizin kitabınız ya da araştırmanız, şundan dolayı kabul edilmedi« diye bir cevap verilir aslında. Bir de Kültür Bakanlığı, yayınevleri ve yazarları desteklemek için yeni basılan bir kitaptan 100-150’şer tane satın alıyor. Bunun için de başvurduk, onu bile kabul etmediler.

Sonuçta bir şey çıkmasa da her şey olumsuz değil. Çok güzel ilişkilerimiz de oldu. Erdal Erzincan, Gani Pekşen, çok sıklıkla, “Bir konser örgütleyelim, muhtemelen bizim çevremizden bir sürü sanatçı arkadaş herhangi bir talepte bulunmadan katılır” dediler. Erol Parlak da yol parası bile almadan katılacağını bildirdi. Buna da ben yanaşmadım. Şundan korktum: Konser gerçekleşir, belki yeterince dinleyici bulunamayabilir, yeterince kaynak çıkmayabilir ve biz kitabı basamayabilirdik o kaynaktan. Toplanan parayı ne yapacağız biz.  Kitabı basamıyoruz, sonra bilet alanları tek tek bulup parayı da geri veremeyiz. Erdal’a da, Gani’ye de bunu söyledim. »Telaş etme,« dediler ama ben bu korkudan dolayı buna yanaşmadım, onlar da anlayışla karşıladılar.

En sonunda kitabı benim kurduğum KaraMavi Yayınevinde kendi imkanlarımla bastırdım. Bunu maddi imkanlarım elverdiği için yapabildim ama dağıtımını yapamıyorum. Aslında böyle bir çalışmayı basmak ve dağıtmak bir kurumun görevi olmalıydı. Bunu bir Alevi kuruluşunun, onlardan önce Kültür Bakanlığı’nın yapmasını dilerdim.
[1] Yunus Ülger'in Bekir Karadeniz'le gerçekleştirdiği söyleşi
Hürriyet Gazetesi, 17.04.2017