Derleyici »profesyoneller« kendilerini öne çıkarıp kaynak
kişileri gözardı ettiler genellikle. Falan ya da filan »sanatçının« herhangi bir
türküyü alıp istediği gibi değiştirme bozma »hakkı« üzerinde tartışılmadığı gibi
bu insanlar kendileri (yani derleyiciler) olmazsa o türkülerin gerçek
değerlerini bulamayacağını savundular. Bunun da bana göre hiçbir zaman
konuşulmayan iki önemli nedeni var. Birincisi, derleyiciler kendilerini herşeyin
merkezinde görerek geride kalanlara ilişkin söz sahibi olma mertebesine
ulaştılar, bununla birlikte, özellikle son 1980’lerin ortalarından
itibaren ciddi bir gelir kaynağı olan türkülerin »yasal sahipleri« olmuş
oldular. Çünkü verilerde adı geçmeyen ve belki hiçbir biçimde olayın takipçisi
ol(a)mayacak gerçek »kaynak insanlar« böylelikle daha da etkisizleştirildiler.
Bir diğer yanı ise derleyiciler olmazsa bu türkülerin kimse tarafından
bilinmeyeceği, o türkülerin derleyiciler tarafından topluma kazandırıldığı
düşüncesidir. İlk anlamda mantıklı gibi görünüyor. Ancak kesinlikle katılmadığım
bir düşüncedir bu.
Yukarıda sözünü ettiğim gibi ticaret döneminden önce türküyü
yakan birinin iç dünyasında yaşananlar temeldir benim için. O anlamda o türkünün
başkaları tarafından bilinmesinin herhangi bir anlamı yoktur. Önemli olan
türkünün doğrudan muhatabı olan kişi ya da kişilerin mesajı almasıdır. Aslında
bu mesaj da genellikle alınmaz. Çünkü herkes bildiğini okur sonuçta.
Bunun öteki yanı da klasik Batı temelli düşünce sistemiyle
doğrudan ilişkili olmasıdır. Kristof Kolomb Avrupa’dan gidip Amerika
kıtasına ulaşınca orayı dünyaya »kazandırmış« ya da »keşfetmiş« oldu. Dünyayı
Avrupa olarak görenin böyle düşünmesi kendi içinde doğal ama bir o kadar da
ilkel ve geri bir düşünce -ki konu şu an pek o değil. Ayrıca keşfetmek, icat
etmek bilinmeyen, olmayan birşeyi bulmaktır. Amerika kıtası zaten oradaydı.
Yalnızca Avrupalılar onu epey geç farkettiler ve çocuklarını şiddetsiz eğiten
tek topluluk olan Kızılderilileri bile »yeni dünyanın en vahşileri« haline
dönüştürmeyi başardılar büyük bir ustalıkla.
Şimdi aynı örneği, kendilerini herşeyin merkezine koyan
derlemecilere uygularsak, örneklerin mekanikliğine karşın çok da yanlış yapmış
sayılmayız. İşte bu anlamda derleyicileri temel almama konusunda başından beri
ilkeli olmaya çalıştım. Ulaşabildiğim, bulabildiğim kadarıyla kaynaklara yer
vermeye çalıştım. Böyle de gidecek eğer çalışmalarım sürerse.
Kapitalizmin olanaklarını çağından çok ilkel bir biçimde
kullanmayı ilke edinmiş insanların egemen olduğu Türkiye gibi ülkelerde, herşeye
herhangi bir »emek payı firesi« vermeksiniz sahip olan insanlar bu haklarından
çok kolay vazgeçmeyeceklerdir. Bunun için çok »makul« gibi görünen nedenler de
bulacaklar, teoriler üreteceklerdir. Belki bunların birçoğu gerçekten iyi
niyetle yapacaktır bunları. Bilemiyorum, insan beynini açıp bakmak olanaklı
olmadığından (ayrıca da gerekmediğinden) bu niyetlerin aslını öğrenemeyeceğiz
nasılsa. Ama hiç olmazsa bir biçimde karşı koymak gerekir gibi geliyor bana.
Benimki de böyle bir yöntem işte. İşe yarayıp yaramayacağını bile bilmiyorum.
Yeldeğirmenine karşı savaşmak gibi bir şey herhalde.
Bütün bunların yanında plakları ya da Azeri radyolarında
dinledikleri türküleri (mahnıları) notalayıp derleyici olanlar, bir türküye
elini çabuk tutanın sahip olması gibi daha birçok neden de eklenince kaynaklara
yönelmek sanırım yanlışı en aza çekmeyi amaçlayan epey garantili bir yöntem olsa
gerek.«
Ancak kaynak konusundaki düşüncelerim, derleme yapan ve temel
ezgiler üzerinde çalışıp genele sunan insanların emek ve çabalarına saygısızlık
etmek olarak yorumlansın istemem. Yalnızca kaynak kişilerin bir boyutuyla
»sahipsiz« olmalarını öne çıkarmak istedim. Bilirsiniz adil olmak, kendi
çıkarlarıyla ters düşse de, başkasının hakkına ilişkin doğruları
söyleyebilmekten geçmekte. Yoksa kendi haklarını herhangi bir biçimde koruyan
kesimi yeniden »korumaya« gerek yok.
Bunları gerçekten uzun uzadıya ve biraz da alışılagelmiş
şeylere eleştirel yaklaşarak yeniden ele almakta yarar var. Kuşkusuz kesin bir
çözüm bulmak olanaklı değil ama yine de gelecek açısından doğruya yakın bir
yaklaşım oluşturabilmek, yeni kuşaklara, bugünden daha ilkeli araştırma
konularında ipucu verebilmek anlamlı olurdu sanırım.
Şimdi tüm bunların yanında kaynak konusunda işe bir de başka
yönden bakmakta yarar var. Her ne kadar tam bir çözüm bulmak olanaklı değilse de
en azından bunu gözardı etmemeli diye düşünüyorum.
Özellikle folklor araştırmalarım dolayısıyla yüzlerce insanla
görüşme olanağım oldu. Son dönem halk şairlerinden genel olarak tanınan ve
tanınmayan hemen tüm tümüyle doğrudan ilişkim oldu. Ya yüzyüze, ya yazışarak ya
da telefonla görüştüm, görüşüyorum. Örneğin, Sefil Selimi’den, Devran
Baba’ya, Derviş Kemal’den Aşık Zevraki’ye, Aşık İhsani’den
Ozan Arif’e, Aşık Reyhani’den Osman Dağlı’ya, Miskini’den
Osman Kaya’ya dek akla gelen gelmeyen tüm aşıklarla doğrudan ilişki
içinde oldum. Bunları söylememin nedeni, her birinden oldukça ilginç şeyler
dinlemiş olmamdandır.
Somut olarak isimlerini vermek istemiyorum ama bir cem töreni
sırasında söylenen bir deyişin hiç ilgi bulmaması üzerine, sonraki cemde aynı
deyişin Pir Sultan ya da öteki Alevi şairlerinin birinin
mahlasıyla söylendiğinde ne denli saygı belirtileri izlendiğini çok insandan
dinledim. Özellikle belirtmeliyim, bunları bana anlatanların içtenliği konusunda
hiç kuşkum yok.
Şimdi bir düşünün, »A« kişisin kendi deyişi/türküsünü başka
birinin mahlasıyla söylemesiyle ortaya çıkan karışıklığı nasıl ayırt
edeceksiniz. Çünkü artık bu tür eserler mahlası geçen kişilere öylesine
malolmuştur ki ne yaparsanız yapın geri dönüşü sağlayamazsınız.
Cahit Öztelli, Pir Sultan şiirlerini toparlamaya
başladığında, her yeni Pir Sultan mahlaslı şiire 10 Lira verirmiş.
Bunun üzerine yalnızca Aşık Ali İzzet onlarca Pir Sultan şiiri
vermiş Öztelli’ye. Bunların birçoğunu da doğrudan Ali İzzet’in
yazdığı saptanmış. İlhan Başgöz hocayla görüştüğümde bizzat kendisi de
yinelemişti bunu. Bir bölümünü ayıklayabilmiş ama tümü olanaklı değil. Çünkü
duygu, felsefi yaklaşım, müzik estetiği vs. bakımından birebir örtüşmekte bunlar
olası Pir Sultan deyişleriyle.
Buna benzer yüzlerce örnek bulunabilir. Yine Pir Sultan
mahlaslı yüzlerce şiirin sözgelimi Teslim Abdal ya da Şah Hatayi
mahlaslı olarak söylendiği ortada. Araştırmalarımda da belirttiğim gibi, bir
sürü Pir Sultan, bir sürü Karac’oğlan yaşamış değişik dönemlerde
ya da öyle kabul edilmiş. Özellikle halkın herhangi bir çekincesi, kaygısı
olmadan dilden dile aktarmasıyla da bu türkülerin büyük çoğunluğu iyice
damıtılıp bugünkü güzelliğe, tadına ulaşmış. Bazı şeylerin anlaşılmamasını hep
yadırgamışımdır. Örneğin, öldüğü daha 100 yıl bile olmamış bir Sümmani’nin
saptanabilen şiirlerinin sayısı ortada. Ama ne zaman ne nasıl yaşadığı bile
doğru dürüst bilinmeyen, bir Pir Sultan, Karac’oğlan ya da
Yunus Emre’ye ait yüzlerce şiir/türkü/deyiş/nefes var ortalıkta. Buradaki
işleyişi çok düz bir mantıkla yorumlayan birçok araştırmacı, halkın da
yanılsamasına yol açıyor bir biçimde. Her ne kadar bazı araştırmacılar bunları
bir kişiyle (ya da kişilerle) bağdaştırmayıp, bir gelenek, bir simge olarak ele
alsalar da açıklama konusunda sorunlar ortaya çıkmaktadır.
Bir keresinde Alevi tanıdıklarımın yoğunlukta olduğu
bir ortamda şiirden konuşulurken, bir araştırmacı yaklaşımıyla »Çok gerilere
gitmenin anlamı yok, örneğin günümüzde ve burnumuzun dibinde yaşayan bir
Zevraki‘yi inceleyince Pir Sultan’ın şair yanının ne denli zayıf
olduğu anlaşılır« gibi bir ifade kullandığımda pek hoş karşılanmayacağımı
biliyordum. Hele bir de insanın adı Bekir olunca zaten yeterince
önyargılı olabiliyor bazı insanlar. Çünkü söylediğimin Pir Sultan
geleneği ve Alevi/Bektaşiliğin inanç boyutuyla hiçbir bağlantısı yoktu.
Türkülere ilişkin kitaplarımdan bazılarının yayınlandığı
yayınevini arayan bir Alevi okuyucu, »Sivas ellerinde zilim çalınır«
deyimini pek sevmemiş olacak ki, demediğini bırakmamıştı. Çünkü günün birinde
birisi bu acı ve hüzün dolu deyişi »Sivas ellerinde sazım çalınır« biçiminde
okuma hakkını kendinde görebildiğinden doğrusunu anlatmak başınıza dert
olabiliyor.
Aslında bu konuları rahat tartışma ortamlarında uzun uzadıya
aktarmak ya da bildiri vs. sunmak ilginç olabilirdi. Ancak biraz önce değindiğim
anlaşmazlıkları yaşamak da pek hoş değil haliyle.
Her zaman söylerim, özellikle kendisiyle konuştuğumda da bir
biçimde gündeme getirmişimdir. Abdurrahim Karakoç‘u Türkiye toplumu
genellikle duygu yüklü şiirleriyle ve özellikle Zekeriya Bozdağ, Aşık Mahzuni,
Musa Eroğlu gibi insanların besteleriyle tanıdı. Her ne kadar o zamanki
kendi politik çevresi içinde 18 baskıya dek ulaşmış şiir kitapları olsa
da bunların hiçbiri yarına ulaşmayacak. Çünkü diyelim ki bundan 50 yıl
sonra ortadan kalkmış olacağı tahmin edilen birçok şiir bu sorunların
olmamasıyla birlikte unutulup gidecek. Ama müthiş bir duygu yüküyle işlenen bir
sevda şiirinin bundan 50 ya da 500 yıl sonra unutulması olanaklı
mı? Onun için de Karakoç’a benim seçeceğim ve yarına kalacak duygu
şiirlerinden bir seçme yapmayı önermiştim.
»Yaz Demedim Kış Demedim« adlı kantoyu Urfa türküsüne çeviren
sıra gecelerinin tanınmışları, »Eşinden Ayrılan Yaralı Ördek« adlı türküyü
Aşık Perişan Güzel’in adını bile anmadan söyleyen bir türkü ustası ve bu
türküyü kendisinin diye aktaran »kaynak« kişiyle ya da bugün aramızda olmayan
ama »Cehennemin bucağında gizlenir, Çıkar yücelerde seyran eder aşk« diye
başlayan Osman Dağlı’nın türküsünü kendi mahlasıyla söyleyen bir
Muhlis Akarsu ile nasıl başedeceksiniz.
Gerçi biraz konu dağılır gibi oldu ama bunları belirtmemin
nedeni, benzer karışıklıklar olduğunda telif sorununa ne tür bir açıklık
getirmek gerektiğini bilemediğimden biraz ayrıntılandırmaya çalıştım.
Sanırım kesin kurallar yerine değiştirilebilmesi hem duygu
olarak hem de hukuksal olarak mümkün kılınacak bir gelişme süreci yaşanması
yerinde olurdu. Çünkü hukuk açısından doğru ya da haklı görünen herşey
gönüllerde aynı düzeyde anlam bulmayabiliyor. Onun için özellikle türkü, şiir
gibi duygu temelli ürünleri duygulara denk düşecek bir konumda tartışmak bana
daha uygun gibi geliyor.
Genellikle düşünüldüğü gibi eskilere ilişkin telif haklarını
ilgili kurumlara aktarmak uygun olabilir. Ancak o konuda da adil bir çözüm
bulmak gerek. Alışıldığı üzere herşeyin politik tercihler ve yakınlıklar üzerine
oturduğu ilişkilerden arındırıp gerçekten tarafsız ve (görev alan insanların
kişisel görüşlerinin ve tercihlerinin dikkate alınması anlamında değil) bilimsel
temelli çalışmalar yapan kurumlara aktarılmasına dikkat etmekte yarar var. Bu
bağlamda (politik tercihlerin dışında tutulabilmesi için) devlete bağlı kurumlar
olmamasında yarar var. Hatta belki böylesi bir yöntemle elde edilecek gelir
ciddi bir boyuta ulaşabilirse, bu aynı zamanda böylesi araştırmalarda yeniden
kullanılacak bir fonda toplanma biçimine dönüşebilir. Böyle araştırmalara
bağımsız kurumlarda bir süreklilik kazandırmak açısından yararlı ve teşvik edici
bile olabilir.
İkinci bir yararı da, özellikle telif ücreti ödememek için
yaşamayan birçok şairin eserlerinin bestelenmesinden vazgeçmeye yöneltebilir
sanatçıları. Böylelikle güncel ve yeni eserlerin ortaya çıkmasına yardımcı
olabilir bu uygulama. Bildiğimiz gibi artık neredeyse insana sıkıntı verecek
denli aynı sözlerin bilmem kaç kez başka biri tarafından »beslenmesi« de bir
biçimde engellenmiş olur.
Halbuki öyle şiirler var ki besteleyerek tadını bozmaktan
başka birşey yapılmamakta. Çünkü asıl amaç o şairin adının orada geçmesidir.
Sığınılan, ticareti yapılan (ve çoğu da bozulan) odur. Belki gerçekten tüm
bunların önüne geçmek için bu kadar beklemek gerekiyordu. Bu anlamdaki çabaları
desteklemekten başka yapacak birşey yok.