Image
Türkiye’de Zenginlerin Suskunluğu
Önce maymunlardan başlamalıyım. ‘Üç Maymun’ bazı kaynaklara göre Hindistan, bazılarına göreyse Konfüçyüs (MÖ 551-MÖ479) temelli felsefeye, buna göre Çin’e dayanmaktadır. Ancak yayılması daha çok Japon inanç sistemi üzerinden olmuştur. Temel mantığı insanın bilgeliği ve olgunluğuna vurgu yapmaktır. Yine Japon temelli düşünme sitemine sonradan yapılan eklemeyle ‘Dört Maymun’ şeklinde ifade edilen felsefeye dönüşmüştür. Zamanla dünyada yaygınlaştıkça öteki inanç ve düşüncelerine benzer veya bazı değişikliklerle yansımıştır. Örneğin günümüzde Hacı Bektaş-ı Veli (1209-1271) üzerinden Alevi inancının yansıdığı kavramlarla ifade etmek gerekirse ‘Eline, diline, beline sahip olmak’ şekline dönüştüğü görülür. Zaten buradaki ‘beline’ kısmı sonradan eklenmiş olandır.

Genellikle ‘Üç Maymun’ kavramı üzerinden ifade edilen bu felsefenin zamanla tersi bir anlamda da kullanılmaya başladığı görülür. Yani mesele sadece olgunluk temelinde davranmak değil, ikiyüzlülük boyutunda da kullanılır olmuştur. ‘Etliye sütlüye karışmamak’, ‘kötülüğe suskun kalmayı tercih etmek’ gibi her yana çekilebilecek bir anlayış olarak da algılanabilir. Bu karışıklık veya dönüşümünün yanlışlıkla mı yoksa bilerek mi böylesine bir evrilme yaşadığını söylemek zor. Muhtemelen ikisi de doğrudur. Zaten ben de bu yazıda (bilerek) buradaki ikinci metaforu kullanacağım.

‘Keskin’ solculuk zamanlarında, ‘burjuvazinin bile devletten bağımsızlığı oranında makbul görülmesi gerektiği’ gibi bir şey söyleyeceğim aklıma gelmezdi. Şimdiyse görüldüğü üzere başıma gelmiş durumda. Tabii bunu Türkiye’ye ilişkin kullandığımda ‘burjuvazi’ kavramanın biraz eğreti durduğunu düşündüğümden başlığı da buna göre seçerek ‘zengin’ şeklinde kullanmayı tercih ettim.

Burjuvazi, feodalizmin içinde gelişip giderek bağımsızlaşan ve dönemi itibariyle ilerletici dinamiğe sahip bir sınıftı. Feodalizmden kapitalizme geçişteki lokomotif unsur özelliğiyle gelişime açıktı. Fransız Devrimi (1789) ile bu anlamdaki ilk ‘resmi’ dönüşümü (aslında sıçramayı) simgelemektedir. Burjuvazinin, sınıfsal olarak feodallerin altında, hatta çok gerisindeyken giderek güçlenip söz sahibi olmaya başlamasının pratik nedenleri bulunmaktadır. Dar bir alana sığmayan ya da bulunduğu/bağlı bulunduğu feodal sınırlarla yetinmeyen burjuvazinin üretiminin çok daha büyüt pazarlara açılabilmesi için gerekli genişleme artık feodal beyliklerle ifade edilemez olmuştu. Bu nedenle ‘ulusal devlet’ adıyla yeniden yapılanma ihtiyacı bu devrimlerin temelini açıklamaktadır. Burjuvaziyi önemli kılan, bu dönüşüm sürecini başından beri yönetmesi ve aynı zamanda özgüvenini ve birikimini artırarak merkeze yerleşmesidir. Bu da Batıdaki bu süreçte burjuvaziyi devlete karşı daha güçlü ve özerk hale getirmiştir. (Yazının gelişiminde bu duruma bazı örnekler vereceğim.) İktidarı ele geçiren burjuvazi de feodalizmden farklı olarak sitemi sürekli şiddet üzerinden yürütmek yerine büyük ölçüde yasaların güvencesiyle devam ettirir. Devletler (aslında parlamento) denetimi, temel olarak vergilerin adil toplanıp adil dağıtıldığını sağlayabildikleri oranda toplumda karşılık bulur. Tabii ki kuvvetler ayrılığı ilkesine uyarak toplumun bütün kesimlerinin yasalar karşısındaki eşitliğinin güvencesi olmadır. Her ne olursa olsun bazılarına ilişkin ayrıcalıklı yorumlar gündeme gelse bile, temelde kurallara uyulması  sistemin güvencesidir ve demokrasinin gereği olarak bu temel kurallar üzerinde bozulmaya yönelik tartışmalar yapılmaz. Bazı ülkelerde hiç darbeye teşebbüs edilmemesi bununla ilgilidir. Kuşkusuz bunun inanılmaz bir mükemmellikte işlediğini söylemeye çalışmıyorum. Çünkü böyle bir şey olmadığı gibi giderek de sınırların zorlanmaya çalışıldığı aşikardır.

Türkiye’deki sayılı zenginlerin devlete ilişkin hiçbir uygulamayı eleştirmemeleri uzun zamandır düşündüğüm ve biraz fikir jimnastiği yapmak istediğim bir konudur. Birazdan zaten adları geçeceğinden baştan söyleyeyim. Mesela Koç ve/ya Sabancı her zaman bir şeylerin ortasında görünürken yöneticilere şöyle dişe dokunur bir eleştirileri söz konusu olmaz. Bu yazıyı yazdığım zamana (yani 2022 yılı ortaları) kadar Türkiye’de 66 tane hükümet kurulmuş. Bu hükümetlerin bir tanesi bile bu Koç veya Sabancı ekibince herhangi bir temelde eleştirilmemiş. Hatta (ve özellikle) var olan yarı demokratik uygulamaların bile ortadan kaldırıldığı darbe dönemlerinin en ateşli destekçileri olmuşlardır.

Öncesi ayrı bir değerlendirme konusu olarak kalmak şartıyla 1960’lardan itibaren neredeyse her 10 yılda bir fiili olarak gerçekleşen darbelerle ve darbecilerle mükemmel ilişkiler kurmakta en küçük bir tereddüt göstermeyen bu çevreler her dönemde işlerini tıkırında devam ettirmekteler. Özellikle 12 Eylül 1980’deki askeri darbeden sonra (her zaman olduğu gibi) güce yaranmak için birbiriyle yarışan bu çevreye ilişkin bir örnekle meramımı anlatmaya çalışayım.

Bilindiği gibi darbe sonrasında kendini cumhurbaşkanı seçtiren Kenan Evren (1917-2015) Picasso’ya kızmış da ressam olmuş. Aslında Bach (1685-1750) ya da Mozart’a (1756-1791) kızmadığına şükretmek lazım. Düşünsenize 12 Eylül döneminde ‘Türkiyem’ adlı şarkıyla toplumun kulağına tecavüz eden/ettiren Kenan Evren’in bir de kendisinin besteci olmasının şakası bile tüyler ürpertici.[1]

Zaten bu türler nedense hiçbir şeyi istediklerinden, sevdiklerinden, önemsediklerinden yapmazlar. Birden kızarlar, cinleri tepelerine çıkar (tabii ki nedeni hep başkalarıdır) sonra ressam olurlar, karşılarına ilk çıkan kadını öldürürler falan. Dedim ya gerekçe hazırdır: »Çok kızdım.« Tabii bu türler çok kızınca ‘ağır tahrik’ gündeme gelir ve kızılan kişi suçlu olur.

Yanlış anlaşılmasın Kenan Evren veya herhangi başka bir yeteneklinin hobilerini sınırlandırmaya çalışmak gibi bir misyonum yok, tabii bunları kendi dünyalarıyla sınırlı tuttukları sürece. Gerçi her şeyin pazar üzerine kurulu olduğu bir dünyada bunu söylememin de anlamsızlığını biliyorum ya, neyse. Kenan Evren’in ressam, Sakıp Sabancı’nın da sanattan anlayan olarak kabul gördü(rüldü)ğü bir memlekette benim kusuruma kimse bakmaz artık.

Sakıp Sabancı o zamanlar şöyle buyurmuştu: »Kendisi aynen Van Gogh gibi (Dünyaca ünlü Hollandalı ressam) aldığım ilk tablo için 50 milyon lira verdim. Eserlerini teşvik için alıyorum. Bundan sonra da alacağım.«

Van Goch’a benzetmede belki de başka bir espri vardı da tam anlaşılamadı. Yoksa Kenan Evren’e sanatçı değil de ‘eski kulağı kesik’ falan mı demek istemişti Sakıp Ağa. Kenan Evren’in Picasso’ya (1881-1973) kızıp Van Gogh (1853-1890) gibi bir ressam olması ilginç tabii. Ezkaza Van Gogh’a kızsaydı Picasso gibi bir ressam mı olacaktı acaba? İnsan merak etmiyor değil haliyle.

‘Tablo’ olarak satın alınan ve yüz binlerce dolar ödenen bu çiziktirmelerin 2021 yılında pazarda 2500 TL üzerinden satışa çıkarılmasının ama kimsenin ilgilenmemesin hikayelerini dipnottaki bağlantılar okuyabilirsiniz.[2]

Tabii bunlara bu kadar para ödeyen Türkiye’nin en zenginlerinin kazıklandıkları düşünülebilir. Hayır, bu insanlar sadece kendi zekalarıyla değil koca bir danışman/uzman ordusuyla bu kararları almaktalar. Yani asla faka basmazlar. Örneğin 2018 yılında ekonomiden sorumlu bakan olan Berat Albayrak’ın (1978) ekonomiyi düzeltme konusunda yaptığı açıklamalardan sonra Sabancı Grubu adına Güler Sabancı (1952) hemen bir destek konuşması/açıklaması yapmıştı. Bu konuşma şaşkınlık/alay karışımı[3]  bir şekilde karşılanmıştı. Geçtiğimiz günlerde yine Güler Sabancı tarafından Sabancı Grubu hakkında yapılan açıklanmadan sonra, bir kez daha bu insanların kar etme konusunda asla yanılmayacakları anlaşıldı. Bu açıklamaya göre Sabancı Grubu karını %370 artırmıştı.[4]  Çoğunluğun sorunlarının büyümesi başlı başına bir ülkenin ekonomisinin kötüye gittiğiyle eşanlamlı yorumlanmaması gerektiği böylesi durumlarda iyice belirginleşmekte. Çoğunluğu ilgilendiren sorunların çözülmesi yönünde hareket eden yöneticiler bunu politik öncelikleri nedeniyle böyle yaparlar. Bunun karşısında, belirli bir azınlığın çıkarları doğrultusunda hareket eden yöneticiler ise genelde başarısız gibi nitelendirilirler ama bu ille de doğru bir yaklaşım olmayabilir. Çünkü yönetenlerin başarıları tercih ettikleri politik yönelime uygun olarak, yani kendilerini sorumlu ve/ya yakın hissettikleri kesimlere sundukları imkanların boyutuyla belli olur. Tekrarlarsam, Güler Sabancı’nın yaptığı kar açıklaması tam da bunu göstermektedir.

Şimdi buradan biraz geçmiş yıllara dönerek bazı hatırlatmalar yapayım. 2013 senesindeki Gezi Parkı Olayları olarak bilinen protestolar Türkiye ve hatta Türkiye dışına yayılarak geniş yankı bulduğu döneme değineyim. Bilindiği gibi 2002 yılında iktidar olan AKP hükümeti toplumun hemen her şeyine müdahale eder duruma geldiğinden özellikle genç kuşaklarda başka boyutta bir tepkiye yol açmış ve toplumun geniş bir kesiminde karşılık bularak Gezi Parkı üzerinden ifade edilmişti. O zamanki yorumlar itibariyle de dönemin hükümeti ve özellikle  dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’ı fazlasıyla tedirgin etmişti.

Aynı senenin sonraki aylarında ortaya çıkan ve 17-25 Aralık olarak anılan yolsuzluk operasyonlarıyla gerginlik artırılarak, hemen her zamanki gibi yukarıdan aşağıya doğru toplum kutuplaştırılıp gelişmeleri başka bir boyuta taşıyarak bertaraf etme politikaları gündeme gelecekti ama oraya atlamadan Gezi Parkı Olayları döneminde kalayım.

Muhtemelen birçok kişi hatırlayacaktır. Taksim’deki olaylar sırasında polisin neredeyse tüm İstanbul’u zehirlemeye niyetlendiği gazlı saldırılarından kaçan insanların bazıları çevredeki bir otelin lobisine (de) sığınmıştı. Tabii söz konusu otel o bölgede insanların sığınmaya çalıştığı yüzlerce yerden sadece biriydi ve bir kerelik söz konusu olmuştu. Çünkü bölge sakinleri gazdan kaçmaya çalışan insanlara düzenli olarak kapılarını açmaktaydı. Sonra Tayyip Erdoğan olaylara ilişkin yaptığı bir açıklamada bu otele sığınan insanlar üzerinden Koç Grubu hakkında tehditkar bazı ifadeler kullanmıştı. İlk anda Erdoğan’ın genel saldırgan yaklaşımı ve otelin göze batması şeklinde algılanan -ve işin ilginci ‘Erdoğan karşıtı’ birçoğunun da sürekli öne çıkardığı- bu açıklamanın buzdağının görünen yüzünden ibaret olduğu belirginleşti. Zaten hikayenin aslını oluşturan Koç Grubu hakkındaki finansal denetim ve hesaplar iki tarafça da kendi açılarından dillendirilmeye başlandı. Yeminli Erdoğan karşıtları ‘mağdur Koç Grubu’ edebiyatıyla, hükümet yetkilileri de bazı yolsuzluklarını takibe alınması şeklindeki açıklamalarıyla taraf olmuşlardı. Kısa sürede resmiyete dökülen işlerden anlaşıldığı kadarıyla TÜPRAŞ, OPET gibi Koç Grubuna ait olan şirketlerdeki yolsuzlukların incelemeye alındığı ve büyük ceza/yaptırımlar gündeme geleceği ortaya çıktı. Bu konuda internet arşivinde/ortamında yeterince haber ve bilgi bulunmaktadır. Ayrıca daha Gezi Parkı meselesi hiç ortada yokken, yani 2013’ün ilk aylarında Türkiye çapında (İzmit Körfezine kurulacak köprü dahil) otoyolların inşasına ilişkin tamamlanan 5,7 milyar dolar değerindeki büyük ihale iptal edilmişti. İşin ilginci iptal edilen bu ihale Koç Grubu ile Ülker Grubu ortaklığıyla alınmıştı. Hatta Koç Grubu bu ihalenin ne kadar şeffaf ve kurallara uygun olduğunu şöyle açıklamıştı: »İhalede önemli bir fiyat ortaya çıktı, bu açıdan da Özelleştirme İdaresi Başkanlığımızı kutlamak gerekir. Son derece şeffaf ve açık bir süreç oldu.«[5]

Özellikle körfezdeki köprüyle adı öne çıkan ama iptal edilen bu ‘son derece şeffaf ve açık’ ihale aniden Nurol İnşaat şirketine verilmişti.

Sonraki yıllarda Koç Grubu (muhtemelen öteki birçok zengin gibi) yeni olanaklardan, işlerden, ihalelerden vs. mahrum bırakılınca sıkıntılar başlamış olmalı. Zaten bazı kaynaklara göre iş bu kadarla kalmayıp yaptırımlar yoğunlaşmış.

Türkiye’nin zenginlerinin en muhteşem becerileri gücü savunmak, hiçbir şeyi eleştirmemek üzerine kurulu olduğundan ama ne yazık ki bunlar da artık işe yaramadığından birdenbire, hani bayram ve seyran değilken misali, Koç Grubu ‘İyileşeceğiz’[6]  adıyla bir spot yayınladı. İyileşecek olan kimdi? Toplumun önemli bir kesimi hem ekonomik hem başka zorluklarla sıkıntı içinde yaşamaya (dahası hayatta kalmaya) çalışırken, insanlar sorgusuz sualsiz içeri atılırken, cezaevleri dolup taşarken iktidara övgüler düzenlere ne olmuştu da birden topluma mesaj vermeye çalışmaktaydılar. Gerçi buna mesaj falan denmez. Çünkü ne demediğini çok iyi anlatmaktadır. Yani özetle sadece kendileri sıkıştığında vatanı milleti kurtarma söylemleri ayyuka çıkmaktadır. Neden her zaman batıranlar değil de batanlar ötekilerin yardımına koşmalıdır? Bu da ayrı bir hikaye. Anlaşılan halen çekindikleri bir şeyler olmalı ki Koç Grubu adına Ali Koç (1967) birdenbire bilmem hangi takımın başına geçme heveslisi oldu. Memleket batmış durumda, insanları pazardan çürük sebze toplar hale gelmiş, Türkiye’nin en büyük ekonomik gücünü neredeyse Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca elinde bulunduran bir sermaye grubunun temsilcisi, sanki başka sorun yokmuş gibi futbol takımının yönetici olma derdine düşmüş. Bunda bir tuhaflık olduğunu anlamak için deha olmaya gerek yok. Acaba neyin paniğidir dersiniz?

Şimdi soru şu: Türkiye’nin zenginlerini korkutan nedir?

Osmanlıda çok zenginleşen vezirler vs. boğdurulur malına el konurdu. Tamam da bunların böyle bir geçmişi de yok. Yani Osmanlı döneminde herhangi bir etki, yetki veya zenginlikleri yok, hepimiz gibi sıradan insanlar. Yani bu anlamda genlerine yerleşmiş bir korku da olamaz herhalde. O halde nedir bu kadar güçten yana olmanın cazibesi?

Burjuvazisi kendi dinamiğiyle gelişmeyen ülkelerdeki en büyük işveren ve iş dağıtanın devlet olduğu düşünülürse bu korkunun nedeni bir miktar anlaşılır ama devlete ve yönetenlerine bu kadarı sessiz kalmanın başka bir nedeni olmalı.

Acaba kimin nasıl zengin olduğunun fazlasıyla sevimsiz kayıtları mı var bir yerlerde?

Gerçi birileri bakkallıktan, birileri de hamallıktan bu serveti edindiklerini övünerek anlatmakta ama...