Image
This image for Image Layouts addon
Bekir Karadeniz
En Büyük İsyan
Hatırlamaktır
3






KaraMavi Yayınları
1. Baskı, 2021
ISBN 978-3-949408-00-7
12,5 x 19,5 cm, 402 Sayfa







70,- ₺
Kitap İstek Formu
»Başlık Jack London’ın (1876-1916) en bilinen romanlarından birinin Türkçeye (yanlış) çevrilmiş adıdır. Orijinali ‘The Call of the Wild’ olan ve buradaki İngilizce ‘wild’ kelimesinin ‘vahşet’ değil ‘yaban/yabani’ veya el değmemiş doğa gibi bir anlamı var. Zaten öteki dillere aslına uygun çevrildiği gözlenmekte. Örneğin Almancaya ‘Ruf der Wildnis’ olarak çevrilmesindeki ‘Wildnis’ kelimesi, İngilizce aslına uygun olarak ‘wild’ ile örtüşmektedir. Fransızcaya ‘L’Appel de la forêt’ olarak çevrilerek ‘wild’ kelimesinin karşılığı olarak ‘forêt’ yani daha çok olarak ‘el değmemiş orman’ şeklinde alınmış. Görüldüğü gibi burada (Arapça kökenli) vahşet kelimesi yanlış duruyor. Halbuki Yakup Kadri’nin (1989-1974) romanının adı olan ‘Yaban’ veya ‘yabani’ kavramları bunu çok daha doğru ifade ediyor gibi.

Lafı getirmek istediğim mesele, doğanın kendine uygun işleyişi ifade edilirken ‘vahşet’ kelimesi kullanıldığında, 12 Eylül 1980 sonrasını anlatacak kelime/kavram kalmamasıyla ilgilidir.

Kuşkusuz 12 Eylül darbesiyle her şeyin vahşete dönüş(türül)mesini her bakımdan incelemem mümkün değil. Benimle ilgili olan birçok yanını ise zaten bu kitaplarda işlemeye çalışıyorum. Ama darbenin daha ilk günlerinden başlayan uygulamalar çok açık olarak sonrasının habercisiydi.

Darbenin ilk günlerinden itibaren ölüm haberleri yaygınlaşmaya başladı. Bu kez ‘kimliği belirsiz kişiler tarafından’ asker veya polisin elindeki insanlar ölmekteydi. Bunlardan ilki Zeynel Abidin Ceylan (1958-1980) oldu. Darbeden 10 gün sonra Ankara’da gözaltına alınan Zeynel Abidin dört gün işkence edilip öldürüldükten sonra hücrede ölü bulunduğu gibi açıklama yapılmıştı. Zeynel Abidin’in Devrimci Yol taraftarı olduğu anlaşıldı. Açılan davada Mustafa Haskırış adlı bir komiser suçlu bulunup 14 yıl hapis cezasına çarptırılacaktı. Ancak mahkeme sonuçlanmadan iki duruşma öncesinde tahliye edilen Haskırış kayıplara karışacak, beş yıl sonra ise bir gasp suçundan tesadüfen yakalanacaktı. Bu olayı altı ay sonra ayrıntılı olarak ilk ağızdan, Ali Asker’den (1954) dinleyecektim.

İşkenceler tüm yoğunluğuyla devam ederken darbenin üstünden birkaç hafta geçer geçmez ne kadar ‘tarafsız’ olduklarını ispat etme gayretiyle, darbeciler 7 Ekim 1980 gecesi aynı yaşta iki genci idam ettiler. Bunlardan Necdet Adalı (1958-1980) solcu, Mustafa Pehlivanoğlu (1958-1980) ise sağcıydı. İkisi de 22 yaşındaydı. İşin en ilginç tarafı, aslında vahşetin yüzünü göstermekteydi. Son kararda askeri mahkemenin başkanı Hamdi Sevinç ile üye Üstün Günsan, Necdet’in suçsuzluğuna kanaat getirdiklerinden verilen idam kararına ‘şerh’ koymuşlardı. Ancak asıl kararı mahkeme değil darbecilerin verdiğini insanların yüzüne haykırırcasına karar uygulandı. Hamdi Sevinç ise önce sürgüne gönderilecek, sonrasındaysa istifa edecekti.

Bazı dönemlerde ortaya çıkan ve uzun süreli yaşatılmayan ender gazete(cilik) örnekleri hariç, Türkiye’de hemen her şey gibi basın da genelde devlete, özelde ise o anda var olan yönetime itaati ve yaltaklanmasıyla kendini ispatlamıştır. Geçici yönetimlere (hükümetlere) bir ölçüde muhalif durduğu izlenimini vermeye çalışanlar olsa bile temelde hepsi devletin yüceltilmesi konusunda hemfikirdir. Yani basının özü güçlünün yanında yer almakla eş anlamlı olarak varlığını korumuştur. 12 Eylül sonrası gerçekleştirilen ilk idamların ardından yapılan haberler bu gazetelerin ruhunu ifade etmeye yeterlidir.«

('Vahşetin Çağrısı' başlıklı bölümden.)